Yazar ve sanat eleştirmeni. Eleştirileri bir araya getirilerek 1922 yılında 'Des Artistes' başlığı ile yayınlandı. |
Öte yandan, sergideki diğer resimlere göre görüş yoğunluğu, betimleme zenginliği ve stilinin gücü konusunda çok daha önde olmalarına rağmen, Van Gogh hakkında yalnızca Pavillon de la Ville de Paris'deki güncel sergideki resimlerine bakarak fikir sahibi olmak doğru olmaz. Tabi ki M. Georges Seurat'nın ışıkla ilgili arayışlarına kayıtsız değilim, aksine zarif ve derin parlaklıktaki deniz manzaralarını seviyorum. M. van Rysselberghe'de oldukça canlı bir atmosfer, kadınsı bir letafet ve parlak bir zarafet buluyorum. M. Denis’in yumuşak tondaki mistik küçük kompozisyonları dikkatimi çekiyor. M. Armand Guillaumin’in kısıtlı ve yaratıcılıktan uzak Realizm'inde dürüst ve azimli teknik özelliklerin eşliğinde iyi bir, söylendiği üzere, dokunuş buluyorum. Gereğinden fazla siyah kullanarak figürlerini lekelemesine rağmen, M. de Toulouse-Lautrec fizyonomik ve çarpıcı figür çalışmalarında ruhsal ve trajik büyük bir güç sergiliyor. M. Lucien Pissarro’nun gravürleri güçlü, oturaklı ve seçkin. M. Anquetin bile tüm bariz türetmelere, akademik konvansiyonlara, kusurlu tuhaflıklara, karikatürize çirkinliklere rağmen kimi zaman bizlere tıpkı Pont des Saint-Pères tablosundaki Paris ufkundaki gibi hoş bir ışık demeti veya bir kadın portresindeki gibi yetkin gri tonları sunuyor. Ancak yine de tüm bu tartışılmaz isimlerin--buna tek istisna kurumlu, gürültülü ve kuru yetersizliği ile M. Signac'tır-- hiçbiri Vincent van Gogh kadar etkilemiyor. Resimlerinin önündeyken daha usta, daha yetkin, daha rahatsız edici, bana ilham veren ve tanınması mecbur olan birinin varlığını hissediyorum.
Muhtemelen Vincent van Gogh'un öyküsünün anlatılması gerektiği gibi anlatılacağı zaman henüz gelmedi. Trajik ölümü henüz çok taze. Eğer ki anılar aktarmaya kalkarsam, bu sadece kedere ve gözyaşına sebep olacaktır. Dolayısıyla bu çalışma eksik olmak zorundadır, çünkü Van Gogh'un olağanüstü ve taşkın yeteneği genç yaşta ölümüne yol açan ölümcül bir akıl hastalığıyla yakından bağlantılıdır.
Yaşamı oldukça zor geçti. İlk önce Montmarte bulvarındaki Goupil’s'de sanat tacirliği yapmakta olan ve kendisi gibi erken yaşta hayata veda eden kardeşinin yanında işe başladı. Huzursuz, acı çeken bir ruha sahipti, ancak sonunda insanoğlunun büyük gizemlerinin açıklığa kavuştuğu büyük zirvelere doğru yol almasını sağlayacak bir coşkuya da sahipti. Onu rahip veya ressam olmaya neyin yönlendirdiğini kendisi dahil hiç kimse bilmiyor. Dinbilim çalışmak üzere ticareti bıraktı. Din üzerine zaten güçlü bir altyapısı ve doğal da bir eğilimi vardı. Bu yeni din çalışmaları ruhunun arzu ettiklerine ulaşmasını, hiç değilse bir süreliğine, sağlar gözüktü. Vaaz verdi. Sesi kalabalıklarda yankılandı. Ancak kısa sürede hayal kırıklığına uğradı. Vaaz vermek ona boş gelmeye başladı. Dönüştürmeye çalıştığı ruhlara çok da yakın hissetmedi; sevgi ile sarfettiği sözleri kilise duvarlarından ve içlerine işleyemediği kalplerden geri döndü. Öğretmenin daha etkili olacağını düşünerek, ilkokul öğretmenliği için Londra'ya doğru yola çıktı. Birkaç ay boyunca küçük çocuklara Tanrı'nın yolunu anlattı.
Açıkça, tüm bunlar oldukça garip ve de bağlantısız gözükmektedir; ancak yine de kolayca açıklanabilir. O sıralar kendisinin de farkında olmadığı içinde yatan asıl sanatçı kişiliği kendisini din adamı olarak sakladı, vaizlikte kaybetti, nihayet yabancı ve belirsiz rüya ormanlarında gezindi durdu. Karşı konulmaz bir güç tarafından bir yere doğru çekildiğini hissetti, fakat nereye? . . . karanlığının sonunda bir ışığın parlayacağı bir yere, fakat ne zaman? Bu durum ahlaki açıdan bir dengesizliğe yol açtı ve onu kendisine aslında çok uzak olan uygunsuz davranışlara yöneltti. Londra'dan dönüşünde yeteneği bir anda patlayarak kendini gösterdi. Bir gün kazara resim yapmaya başladı. Ve o ilk yaptığı resmi neredeyse bir başyapıttır. Bu resim sıradışı bir ressamın içgüdülerini, olağanüstü güçlü vizyonunu, kutsalı oluşturana karşı hassasiyetini, ve dostlarını şaşkına çeviren bir anlatı ve hayalgücü zenginliğini yansıtır. Sonrasında Vincent van Gogh hummalı bir şekilde çalışmaya başladı. Tüm engellere rağmen coşku ile aralıksız çalıştı. Kayıp zamanın peşindeymişcesine, üretmek ihtiyacı ile dinlenmeden aralıksız çalıştı. Bu durum, ölüm onun güzel "insan" çiçeğini tırpanlayana kadar yedi yıl sürdü. Arkasında ilham vereceği insanlarla birlikte çoğunluğu birer başyapıt olan dörtyüze yakın yağlıboya ve inanılmaz kalitede çizim bıraktı.
Van Gogh çok sevdiği ve saydığı Rembrandt gibi Hollandalı'ydı. Yalnızca kendi kişiliğinin ürünü olan bu özgün mizaca ve müthiş duyarlılığa bir ilham aranacak olursa, eserlerinde yeniden doğduğunu duyumsadığı Rembrandt muhtemelen en sevdiği öncülü olacaktır. Sayısız çizimleri incelendiğinde [Rembrandt'ı] andırmalar değil ama benzer bir form sevdası ve çizgisel zenginlik bulunacaktır. Van Gogh her zaman bu Hollandalı ustanın disiplinine veya oturaklılığına bağlı kalmayarak, anlatma ve dahiyane bir biçimde yaşamı yansıtma becerilerini dengeler. Van Gogh’un sanatsal duyarlılığına ilişkin elimizde çok kesin ve değerli belirtiler var: Rembrandt, Delacroix ve Millet'nin resimlerinin kopyaları. Gerçekten takdire şayanlar. Ancak bunlar tam anlamıyla kopya değiller. Daha ziyade bunlar, ressamın kendisininmişcesine bir ustalıkla yeniden yarattığı ama asıl ruhlarının ve karakterlerinin korunduğu yapıtlardır. Van Gogh tarafından insanüstü bir güzellikle yoğurulan Millet'nin Ekici'sinde hareket vurgulanmış, görüş genişletilmiş, çizgi de sembolik bir betimleyiciliğe büründürülmüştür. Sonuçta Millet kopya resimde yer alır; ancak Vincent van Gogh resmi büyük bir görkeme kavuşturacağı kendisine ait öğelerle zenginleştirmiştir. Bu başyapıtları yeniden yorumlarken kullandığı aynı yaratıcı dehayı doğayı gözlemlediği diğer resimlerine de yansıttığı açıktır. Önündeki görsel malzeme (gerçek veya düşsel) her ne olursa olsun bu kişiliğinden ödün vermedi. Gördüğü, dokunduğu, hissettiği her şeyde kendiliğinden dökülüverdi. Ancak doğanın içinde kaybolmadı; aksine doğayı kendisine uydurdu: onu daha esnek olmaya, kendi düşüncelerine göre yeniden şekillenmeye, hayal aleminde kendisini takip etmeye, hatta karakter çarpıklıklarına boyun eğmeye zorladı. Van Gogh bir insanı diğerinden ayıran çok önemli bir şeye sahipti: stil. Pek çok resim arasından ilk bakışta Van Gogh'ları ayırt edebilirsiniz; tıpkı Corot, Manet, Degas, Monet ve Monticelli'yi ayırt edebileceğiniz gibi. Çünkü tüm bu isimler başka türlü olamayacakları bir dehaya ve stile sahiptirler, kaldı ki bu da kişiliklerin farklılığını doğrurur. Ve bu sıradışı ve son derece güçlü yaratıcının fırçasının değdiği her şey, resmini yaptığı şeyden bağımsız olarak tamamen kendi özüyle hayat bulur. Ağaçlar, gökyüzü, çiçekler ve düzlükler kendi özünden kök salar. Tüm bu formlar çoğalır, yabanileşir, kıvrımlanır ve yıldızların büzülerek düzensiz kuyrukluyıldız sıraları oluşturduğu Van Gogh'un ürkütücü çılgınlıktaki göklerine doğru uzanırlar. Bu fantastik karmaşıklığın içinde dahi Van Gogh sürükleyici asaletini ve korkutucu trajikliğini korur. Bu durum her zaman geçerlidir: sükunet anlarında, güneş altındaki geniş düzlüklerin dinginliğinde, çiçek açan bahçelerde, erik ve elma ağaçlarından dökülen neşede, yeryüzünden yayılıp gökyüzünün barışçıllığından yansıyarak esen taze bir meltemde... Çiçeklerin zarif ruhundan nasıl da iyi anlamıştır: Karanlıklarda meşale taşıyan eller hoş kokulu ve kırılgan buketler yaparken nasıl da narinleşir!
Ve, kardeşleri olan yoksulluğun, deliliğin ve de hastalığın gözünden kederi, bilinmeyeni ve kutsalı da ne kadar iyi anlamıştır!
Octave Mirbeau
Echo de Paris,
1 Mart 1891