Yazan: Emile Bernard (1911)
Vincent'ı bir akşamüstü kendisinin bir nevi hücresi haline gelen, öğrencilerden boşalmış Cormon atölyesinde yeniden görür gibiyim. Antik bir alçı dökümün önünde oturmuş ve meleklere özgü bir sabırla şekilleri kopyalıyor. O konturları, kütleleri ve rölyefleri yakalamak istiyor. Yanlışlarını düzeltiyor, tutkuyla baştan başlıyor, siliyor - öyle ki silmekten artık kağıtta delikler açılıyor. Ancak bu Roma eserinin önünde henüz farkında olmadığı şey ise önemli - bir Hollandalı olarak tüm mizacı o anda peşinde olduğu hedefe ulaşmasına başlı başına bir engel. Zaten kısa süre içinde bu dingin mükemmellikten ziyade, Empresyonistlerin sınırsız hayalgüçlerinin ve şiirselliklerinin doğaya ve düşünceye daha yakın olan mizacına daha uygun olduğunu görecek.
Vincent bu gerçeği ne kadar da çabuk kavradı! And it is here that he leaves Cormon’s, and abandons himself to it. Bir zamanlar ustasının da etkisiyle yaptığı hayal ürünü halılarla çevrelenmiş çıplak kadınlar, puslu ve gizemli haremlerdeki odalık resimleri dışında, bir daha antikiteye dayalı çizimler yapmayı da düşünmüyor. Klasik olmasa da Fransız olmaya başladığına inanıyor.
Boussod'da Monet sergisi açması konusunda ikna ettiği kardeşine yazdığı bir mektupta dediği gibi Empresyonistlerin izinden giderek ve onların parlak okuluna dahil olarak "Fransız Rönesansı'nda görev alıyoruz, ve bu görevde kendimi her zamankinden daha Fransız hissediyorum; burada anavatanımızdayız." Bu saptama doğruydu; Vincent bir Fransız oluyordu: Montmartre'ı ve küçük bahçelerini, Moulin de la Galette'in açık hava kulüplerini resmetti; gezintileri onu Asnières kadar uzaklara taşıdı. Seurat'nın şematik çalışmalarıyla meşhur ettiği Ile de la Grande-Jatte'da konakladı.
Vincent sırtına astığı büyük bir tuval ile işe başlardı, daha sonra bu tuval bulduğu motiflerin gerektireceği sayıda parçaya bölünürdü. Akşam eve döndüğünde, bu tuval o günün tüm duygu ve düşüncelerini yansıtan küçük ve taşınır bir müze halini almış olurdu. Bu büyük harmanın içinde sandallarla dolu Seine Nehri'nden, mavi balancoires'lı (bir tür salıncak) evlerden, camlarında rengarenk perdeler ve zakkumlar olan kalabalık lokantalardan, tenha park köşelerinden veya satılık binalardan izler olurdu. Bu parçaların herbirinden sanki çabucak geçen bir zaman diliminden doğan bir ilkbahar şiirselliği yayılırdı. Tüm bunların keyfini belki de en çok çıkartanlardan birisiyim çünkü o sıralarda ben aynı ruh hali ve duygu yoğunluğu ile oralarda yaşıyor ve yalnız yürüyüşler yapıyordum. Vincent sıkça ailemin Asnières'deki bahçesinde bulunan ahşap atölyede beni görmeye gelirdi. Tanguy'un portrelerini yaptığımız yer o kulübeydi. Benim de bir portremi yapmaya başlamıştı, ancak geleceğime ilişkin önerisini dikkate almayan babamla giriştiği bir tartışmadan sonra çok sinirlendi ve benim portremi yapmayı bırakarak, üzerinde çalışmakta olduğu bir Tanguy portresini ıslak haliyle koltuğunun altına alarak arkasına bile bakmadan çıktı ve bir daha evimize hiç gelmedi. Daha sonra ben iki kardeşin 54 rue Lepic'teki dairelerine onu görebilmek için gider oldum.
Bir akşam Vincent dedi ki "Yarın buradan ayrılıyorum; atölyeyi öyle düzenleyelim ki kardeşim benim hala burada olduğumu hissetsin." Duvarlara Japon minyatürleri iğneledi ve şövalelere bazı tuvaller yerleştirdi, diğerlerini ise yığınlar halinde bıraktı. Bana da bazı şeyler verdi, bunlar bir eskici dükkanında satılan malzemelerin sarılmaları için kullanılmalarından kurtardığı Çin gravürleriydi. Ardından Midi, Arles'a gideceğini ve de ona katılmamı umduğunu söyledi. "Çünkü," dedi, "Midi şu anda geleceğin atölyesinin kurulmasının gerektiği yerdir." Ona, kendi deyimiyle "küçük bulvar" avenue de Clichy'ye kadar eşlik ettim. Ellerini sıktım ve bu bir son oldu. Onu bir daha göremeyecek, bir daha ona o kadar yakın olamayacağım; ölüm bizi tekrar bir araya getirene kadar.